|
| Edebiyat- Mehmet AKif Ersoy | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Admin Admin
Mesaj Sayısı : 334 Yaş : 36 Kayıt tarihi : 21/08/06
| Konu: Edebiyat- Mehmet AKif Ersoy 14th Şubat 2007, 12:01 | |
| neyzen olarak mehmed akif ersoy
Neyzen Tevfik daha 19'undayken, 1898'de, babası medrese öğrenimi için, sonradan Şeyhülislâm olacak olan Musa Kâzım Efendi'nin yanına, İstanbul'a gönderir onu. Musa Kâzım Efendi, onu, Fatih'teki Fethiye Medresesi'ne yerleştirir. Ama Neyzen Tevfik, medrese eğitimi ve ortamı ile bağdaşmaz. Zamanını daha çok Galata ve Yenikapı Mevlevihaneleri'nde geçirir. Bu arada Mehmet Akif Ersoy'la tanışır. Akif, dönemin seçkin müzisyen ve edebiyatçıları ile tanışmasını sağlar.
1901 yılında, medrese giyimi olan cübbe ve şalvar yerine Akif'in verdiği setre pantolonu giymesi, akşamları medrese dışında kalması ileri-geri konuşmalara yol açınca, Fethiye Medresesi'nden ayrılır ve Fatih'te Şekerci Hanı'nda tuttuğu bir odada yaşamaya başlar. Daha sonra da Çukurçeşme'deki Ali Bey Hanı'na yerleşir.
ÂKİF sayesinde Neyzen Tevfik, Ahmet Mithat Efendi, Muallim Naci, Şair Şeyh Vasfi gibi edebiyatçılarla tanıştı. Mehmet Akif'le dostluğu süren Neyzen, Mehmet Akif'e ney öğretti; Mehmet Akif de Neyzen'e Arapça, Farsça ve Fransızca öğretti.
Neyzen Tevfik'in yeni yaşamı, gönlüncedir. Giderek genişleyen bir "tanıdık alanı" vardır. Dönemin önde gelen ailelerince köşk, yalı ve konaklarına çağrılan, dahası saray çevresine bile sokulan bir neyzendir artık. Tanıştığı ve beğenisini kazandığı kişiler arasında Sultan V. Mehmet Reşat, Hidiv Abbas Hilmi Paşa, Sadrazam Sait Halim Paşa, kardeşi Abbas Halim Paşa, II. Abdülhamit'in kızı Zekiye Sultan, damadı Gazi Osman Paşa'nın oğlu Nurettin Bey... anılabilir.
1928 yılında Dresden Opera Müdürü Kurt Schtringler ile tanışır. Ney çalışına hayran kalan Neyzen Tevfik'i yücelten sözler söyler. Aynı yıl, eski dostu Mehmet Akif'i görmek için Mısır'a gider. Bir yıla yakın bir süre yanında kalır.
Neyzen Tevfik, 1898 yılında henüz 19 yaşındayken İstanbul’a geldiği günlerde tanışıp dost olduğu ve çok iyiliğini gördüğü Mehmed Akif’i bile ağır bir biçimde hicvetmekten çekinmemişti. Akif de “Derviş Ahmed” adlı manzumesinde sarhoş dostunu “3400. tövbesinden istifası münasebetiyle” sarakaya almıştır.
Midhat Cemal Kuntay, ÂKİF’İN Fatih’teki Şekerci Hanı’na gidip geldiğini orada Neyzen Tevfik’ten ney meşkettiğini yazar. Mutad olduğu üzere meşke Sâlim Bey’in meşhur hicaz peşrevi ile başlayan genç Âkif, Midhat Cemâle “parmakların sâr’aya tutulmuş gibi neyin deliklerinde büküldüğü” Hicaz peşrevini bir türlü istediği gibi çıkaramadığını anlatmıştır. Bir ara ney üflemekten vazgeçer gibi olur ancak başarısızlığı gururuna yediremediği için ısrarla üzerine gider. Hatta bir süre sonra hiç üşenmeden Neyzen Tevfik’in taşındığı Çukurçeşme’deki Ali Bey’in Hanı’na her sabah gitmeyi göze alır.
Akif’in neyde ne kadar ilerlediğini bilmiyoruz; hemen bütün kaynaklarda onun zaman zaman nısfiye akordlu neyini üflediğinden söz edilmektedir. Midhat Cemal bazen ümitsizliğe kapılsa da, onun sonunda neyi öğrendiğini ve Sâlim Bey’in Hicaz Peşrevi’ni değil, bir çok zor parçayı çalabilir hale geldiğini, hatta Devr-i kebir usulünü vurmayı bile öğrendiğini yazmaktadır. Bununla beraber Akif’in neyzenlikte iddiası yoktu. Yeterince çalışıp belli bir noktaya gelemediği için üzüldüğünü ve bir gün Şerif Muhiddin’e “Aziz Dede olacak değildim ya! Ancak çalışsaydım bugün kendimi bir köşede avuturdum!” dediğini yine Midhat Cemal naklediyor.
Dostu Eşref Edip Akif ve Neyzen’in dostluğunu anlatırken şöyle der: Mütareke zamanında idi. Bir gün Sebilürreşad idarehanesinde üstadla oturuyorduk. Neyzen Tevfik çıkageldi. Üstbaş perişan, selâm, vererek içeri girdi. Şöyle bir tarafa yıkıldı. Çok sarhoştu. Biraz geçtikten sonra rakı dolu matradan birkaç yudum aldı. Fakat artık işba haline gelmiş, bir yudum bile içecek hali kalmamıştı. Biraz sonra matradaki rakıdan avucuna boşalttı. Kolonya gibi yüzüne, gözüne, başına, saçlarına içirmeye savaştı. Nihayet neyini alarak üstadın oturduğu koltuğun önünde, üstadın dizi dibinde yere oturdu, üflemeye başladı. O halde muhrik bir taksim yaptı. Baktık, üstadın gözlerinden sessiz sessiz yaşlar dökülüyordu. Neyzen bunu görünce Neyi bıraktı, üstadın boynuna sarıldı. Sakalından, yanaklarından öpmeye başladı. Öptü, öptü... Biz bu manzara karşısında mebhut kaldık. Üstad neye ağladı? Neyin hazin sesine mi? Neyzen’in bu haline mi? Artık ne bizim sormamıza lüzum vardı, ne onun söylemesine! Şimdi ne vakit Neyzen’i görsem bu levha hatırıma gelir.
Ney sevgisini nedense şiirlerine pek aksettirmeyen âkif, sadece Kör Neyzen şiirinde ney üfleyerek dilenen bir körün hazin macerasını anlatmıştır. | |
| | | ahmet
Mesaj Sayısı : 154 Kayıt tarihi : 01/09/06
| Konu: Geri: Edebiyat- Mehmet AKif Ersoy 21st Mayıs 2008, 00:13 | |
| Leyla
"Barındırmaz mısın koynunda, ey toprak?" derim, "yer pek";
Döner, imdâdı gökten beklerim, heyhât, "gök yüksek".
Bunaldım kendi kendimden, zamân ıssız, mekân ıssız;
Ne vahşetlerde bir yoldaş, ne zulmetlerde tek yıldız!
Cihet yok: Sermedî bir seddi var karşında yeldânın;
Düşer, hüsrâna, kalkar, ye´se çarpar serserî alnın!
Ocaksız, vâhalar, çöller; sağır, vâdîler, enginler;
Aran: Beynin döner boşlukta; haykır: Ses veren cinler!
Şu vîran kubbe, yıllardır, sadâdan dûr, ışıktan dûr;
İlâhî, yok mu âfâkında bir ferdâya benzer nûr?
Ne bitmez bir geceymiş! Nerden etmiş Şark´ı istîla?
Değil canlar, cihanlar göçtü hilkatten, bunun, hâlâ,
Ezer kâbûsu, üç yüz elli, dört yüz milyon îmânı;
Boğar girdâbı her devrinde milyarlarca sâmânı!
Asırlardır ki, İslâm´ın bu her gün çiğnenen yurdu,
Asırlar geçti, hâlâ bekliyor ferdâ-yı mev´ûdu!
O ferdâ, istemem, hiç doğmasın "ferdâ-yı mahşer"se...
Hayır, kudretli bir varlıkla mü´minler mübeşşerse;
Bu kat kat perdeler, bilmem, neden sıyrılmasın artık?
Niçin serpilmesin, hâlâ, ufuklardan bir aydınlık?
O "aydınlık" ki, sönmek bilmeyen ümmîd-i işrâkı,
"Vücûdundan peşîman, ölmek ister" sandığın Şark´ı,
Füsünkâr iltimâ´âtıyle döndürmüş de şeydâya;
Sürükler, bunca yıllardır, o sevdâdan bu sevdâya.
Hayır! Şark´ın, o hodgâm olmayan Mecnûn-i nâ-kâmın,
Bütün dünyâda bir Leylâ´sı var: Âtîsi İslâm´ın.
Nasıldır mâsivâ, bilmez; onun fânîsidir ancak;
Bugün, yâdıyle müstağrak yarın, yâdında müstağrak!
Gel ey Leylâ, gel ey candan yakın cânan, uzaklaşma!
Senin derdinle canlardan geçen Mecnun´la uğraşma!
Düşün: Bîçârenin en kahraman, en gürbüz evlâdı,
Kimin uğrunda kurbandır ki, doğrandıkça doğrandı?
Şu yüz binlerce sönmüş yurda yangınlar veren kimdi?
Şu milyonlarca öksüz, dul kimin boynundadır şimdi?
Kimin boynundadır serden geçip berdâr olan canlar?
Kimin uğrundadır, Leylâ, o makteller, o zindanlar?
Helâl olsun o kurbanlar, o kanlar, tek sen ey Leylâ,
Görün bir kerrecik, ye´s etmeden Mecnûn´u istîlâ.
Niçin hilkat zemîninden henüz yüksekte pervâzın?
Şu topraklarda, şâyed, yoksa hiç imkân-ı i´zâzın,
Şafaklar ferş-i râhın, fecr-i sâdıklar çerâğındır;
Hilâlim, göklerin kalbinde yer tutmuş, otâğındır;
Ezanlar nevbetindir: İnletir eb´âdı haşyetten;
Cihâzındır alemler, kubbeler, inmiş meşiyyetten;
Cemâ´atler kölendiı: Kâ´be´ler haclen... Gel ey Leylâ;
Gel ey candan yakın cânan ki gâiblerdesin, hâlâ!
Bu nâzın elverir, Leylâ, in artık in ki bâlâdan,
Müebbed bir bahâr insin şu yanmış yurda, Mevlâ´dan. | |
| | | | Edebiyat- Mehmet AKif Ersoy | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |